Anasayfa
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Yunan Mitolojisi ve Tanrılar

Aşağa gitmek

Yunan Mitolojisi ve Tanrılar Empty Yunan Mitolojisi ve Tanrılar

Mesaj tarafından HarryPotter Salı Ara. 11, 2007 10:39 am

Yunan Mitolojisi ve Tanrılar

Yunan yarımadasında her şey fevkalade gidiyordu. Kronos’un düşüşünden sonra insanlar yeni Tanrılarına hizmet etmeye ve onları tanımaya başlamışlardı. Yeryüzünün ve Gökyüzünün Efendisi Büyük ve Ulu Tanrı Zeus, insanların ateşi kullanmalarına ve kendilerini Tanrılara eş koşmalarına sinirlendikten uzun bir zaman sonra nihayet rahatlamıştı ve siniri de yatışmıştı. İnsanlar yaşayışlarından mutlu ve huzurluydu. Tanrılar ise Olympos Dağında eğlencelere ve aşklara dalmışlar, insanların dertlerinden uzak, keyif dolu bir şekilde ölümsüzlüklerinin tadını çıkarıyorlardı. Bir yanlarında en tatlısından, güzelinden üzümler, elmalar, portakallar ve daha birçok çeşit meyve; diğer yanlarında ise onlara sonsuz hayatı ve ölümsüzlüğü bahşeden Nektar içeceği durmaktaydı. Haberci Tanrı Hermes ise İda Dağında (Balıkesir yöresinde bulunan Kaz Dağının eski ismi) insanlardan, Tanrılardan ve her türlü canlıdan uzak bir şekilde dinlenmekteydi. Canlıların hayatlarının bu kadar düzenli gittiğine bakılırsa uzun bir tatil onu bekliyordu. Babası Zeus ve bir yağmur perisi olan annesi Maia’nın çocuğu olan Tanrıların Habercisi Hermes, insanların yaşadıklarını sürekli babası Zeus’a iletmekten yorulmuştu. Böyle bir tatile gerçekten ihtiyacı vardı. Yaz ayının sıcağında İda Dağı’nda hafif rüzgarlar estiren aynı zamanda Rüzgar Tanrısı olan Hermes kendini serinletiyordu.

Fakat İda Dağında kendisinin yalnız olduğunu düşünen Hermes yanılıyordu.

Bu sıcak ve güzel yaz gününü iyi değerlendirmek isteyen başkaları da vardı mutlaka. Yakın zaman önce kırptığı koyunlarını elinde kavalıyla İda Dağı tepelerine süren Julas’ta bunlardan biriydi. Uzun boylu, geniş omuzlu atletik yapısıyla her zaman Yunan kızlarının hayran olduğu bir çobandı Julas. Yaşadığı yerle pek ilgilenmeyen çoban Julas, hayatını güzeller güzeli eşi Helena’ya ve tek varisi olan oğlu Julius’a adamıştı. İşini yapmak için her sabah güneşle beraber uyanır ve ağıldan aldığı koyunları dağlara ya da otlaklara götürürdü. Helena’dan sonra gelen bir diğer aşkı da doğaydı. Doğa hayranı olan Julas, koyunlarıyla beraber dağlara çıkarlardı. Ne de olsa koyunlar da doğanın bir parçasıydı. Sık sık koyunlarıyla beraber İda Dağına çıkan Julas bu kadar sıcağa rağmen esen serin rüzgara şaşırmıştı. Fakat buna şikayet etmeye ya da şaşırmaya hakkı yoktu, çünkü bundan hiç olmadığı kadar memnundu. Bu kadar doğal güzelliğin arasında bu yaz sıcağından bunalmadan dolaşmak onu mutlu etmişti. Güneşle beraber o da tepelere daha da yaklaşmıştı. Tepelere çıktı, rüzgar daha fazla etkisini arttırdı. Dağın bu yüksek kısımlarında rüzgarlar etkili olsa da Julas bu kadar şiddetli olabileceğini düşünmemişti. Uzun kahverengi saçları rüzgarda savrulan Julas, tepeye çıkıp orada koyunlarına kavalıyla hoş bir müzik dinletisi yapmaya kararlıydı. Tepeye yaklaşırken Julas koyunların hep hevesle gitmek istedikleri yere bu sefer gitmek istemediklerini fark etti. Bu durum onu son derece şaşırtmasına rağmen koyunları zirveye çıkarmaya kararlıydı. Zirveye ulaştığında ayaklarında her zaman hissettiği o tatlı ağrı hissi vardı, fakat karşısında gördüğü görüntü ona bu ağrıları tamamen unutturmuştu. Karşısında hiçbir zaman kudretlerine ve güçlerine inanmadığı bir Tanrı duruyordu. Heybeti ve uzun boyuyla bir Titan’ı andıran geniş omuzlu, yapılı kişi Julas’ın daha önce gördüğü hiçbir yaratığa benzemiyordu. Julas, dolaştığı yerlerde keçi vücutlu insan başlı yaratıklardan tutunda tek gözlü devlere kadar birçok yaratık görmüştü, fakat bu kadar kudretli ve ihtişamlı birini ilk kez görüyordu. Bunun bir Tanrıdan başka bir şey olabileceği hiç aklına gelmiyordu Julas’ın. Bu görüntü karşısında etrafa dağılan koyunlarının farkına bile varamamıştı. Göründüğü kadarıyla Tanrı Hermes, Julas’ın farkında değildi. Hala yaz sıcağında esen o hafif, ahenkli rüzgarın tadını çıkarıyordu. Şaşkınlığını kısa sürede üzerinden atan Julas saklanıp Tanrıyı izlemeye karar verdi. Bunu sürdürürken akşam olduğunu fark etmemişti bile.

Julas Tanrılara pek bağlı değildi. Zaman zaman onların varlığını bile sorgulamıştı. Fakat bir Tanrı ile karşılaştığında gerçekten çok şaşırmıştı. Hatta şaşkınlığından dolayı havanın tamamen karardığını fark etmedi. Julas gecenin karanlığında parıldayan bir ışık gördü. Gökyüzündeki bu ışık giderek ona doğru yaklaşıyordu. Fakat bu ışık onun çalılar arasındaki gölgesine ulaşamıyordu. Elinde bir lir ile gökyüzünden yere inen bu kişi Apollon’dan başkası değildi. Ulu Tanrı Zeus’un ve Karanlık Gece Leto’nun oğlu olan Güneş ve Gün Işığı Tanrısı Apollon, günlük işi olan güneşin gökyüzünde yükselmesi ve batması görevini de bitirdikten sonra İda Dağına Hermes’in yanına gelmişti.

-“Olympos’ta yapılacak olan eğlenceye katılmayacaksın herhalde.” diye sordu Apollon, şaşkın bakışlarla onu izleyen Hermes’e.

Tanrıların habercisi Hermes: “Haberim yok.” diyerek Apollon’u şaşırtmıştı. Aslında yapılacak olan eğlenceden haberi vardı, fakat İda Dağının serinliğinde kırlarda uzanıp rüzgarın fısıldadığı o güzel ezgiyi dinlemek onu hem dinlendiriyor, hem de yorucu işlerini aklından uzaklaştırıyordu.

-“Hadi gidelim.” dedi Apollon Hermes’e. “Bir yıl boyunca sürecek olan eğlenceler yakın zaman içinde başlamak üzere."

Hermes ve Apollon iyi beslenmiş, güçlü ve bakımlı iki beyaz atın çektiği savaş arabasına doğru yürüdü. Savaş arabasına binen Gün Işığı Tanrısı Apollon ve Tanrıların Haberci Tanrısı Hermes, Julas’ın şaşkın bakışları arasında gözden kayboldular.

Julas, kısa sürede şaşkınlığını atmıştı ama gördükleri, ona bir rüyanın görüntülerinden farksız geliyordu. Etraftan gelen uluma sesleri Julas’ı bu rüyadan uyandırdı. Aklına koyunları gelmişti. Fakat hiçbiri ortalıkta gözükmüyordu. Koyunları çabucak aklından uzaklaştırdı. Bir an önce evine dönmesi gerekiyordu.

Hava karardığında Apollon’un kız kardeşi Artemis, parlak Ay’ı bulutların arasından gökyüzüne çıkardığında İda Dağı pek güvenli bir yer olmazdı. Koyunlarını aramaya koyulmadan bir an önce evine dönmek istiyordu. Julas koşmaya başladı. Yorgunluk kısa sürede Julas’ı durdurdu. Ne yapacağını bilmeyen Julas’ın dinlenmekten başka şansı yok gibiydi. Bir ağacın altına oturdu. Çok kısa bir zaman sonra ağacın arkasında bir geyik belirdi ve Julas’ın yanına oturdu. Kahverengi, narin bir geyikti. Uzun çatal çatal boynuzları vardı. Julas, geyiğin yanına oturmasına çok şaşırmıştı. Bugün her şey bir garipti Julas için. Ardından ağaçların arasından bir ışık belirdi. Işık gittikçe yaklaştı ve ışığın bir meşaleden yayıldığı ortaya çıktı.

Meşaleyi tutan güzeller güzeli bir bayandı. Uzun saçları omuzlarına kadar uzanıyordu. Sırtında içi ok dolu bir sadak vardı ve beyaz kıyafetler içindeydi. Julas gelen ışığın meşaleden mi yoksa bu güzeller güzeli bayandan mı yayıldığını tam olarak anlayamadı.

-“Merhaba genç çoban” dedi güzel bayan. Sesi Julas’ın kulaklarında yankılanıyordu. Çok güzel bir sese sahipti. Ayrıca yüz ve vücut güzelliği de Julas’a çok sevdiği karısı Helena’yı bir anlığına unutturdu. Julas cevap veremeyecek kadar şaşkın görünüyordu. Bir gün için bu kadar heyecan yeter diye düşünüyordu.

-“Bu saatlerde buralar tehlikeli olabilir.” dedi bayan. “İstersen seni evine kadar götürebilirim.”

Julas konuşmaya çalıştı ama sesi çıkmıyordu. Sadece kafasını sallayabildi. Korkusunu yenen Julas, güzel bayanla beraber ağaçların arasına daldı. Ağaçların arasında, önünde dört tane geyik bağlı olan bir araba duruyordu. Büyük tekerlekleri olan ve bir balkonu andıran araca doğru yürüdüler.

-“Benden korkmana gerek yok. Ben Ay Tanrıçası Artemis’im.” dedi berrak sesli Tanrıça. “Gecenin bu saatlerinde ava çıkarım. Şanslısın ki seni burada buldum. Çabuk ol da seni evine götüreyim. Daha avlanmam lazım.”

Julas bir an önce arabaya bindi. Ala gözlü dört adet geyik Artemis’in dizginlere asılmasıyla havalandı. Julas oturduğu yeri söylemese de Tanrıça Artemis onu evinin çok yakınındaki ormanlık bir alana bıraktı. Krisa’nın en doğu bölgesinde yaşayan Julas, bir şeyler söylemek istedi, fakat Artemis ortadan kaybolmuştu. Gökyüzüne bakan Julas Ay’ın çok yakınında bir yıldızın göz kırpar gibi parladığını gördü.

Julas evine döndüğünde Helena telaş içindeydi. Küçük, taştan ev içerisindeki mum ışıkları Helena’nın gözyaşları üzerinde parlıyordu. Julas’ı görür görmez Helena onun boynuna atladı. Kocasına sımsıkı sarılan Helena, hıçkırarak ağlamaya başladı. Aklı başında olmayan Julas, kapının girişinde Helena’nın kollarına yığılıp kaldı.

Uyandığında sabah olmuştu. Başından geçenleri Helena’ya kısaca anlattıktan sonra üzüm suyundan büyükçe bir yudum aldı. Uzunca bir sessizlikten sonra;

-“Gidiyorum Helena” diye başladı Julas. “O bir zamanlar inanmadığım Tanrılar gerçekmiş. Bana yardım bile ettiler. Olympos’a gitmeliyim. Onları görmeliyim. Bu benim için çok önemli. Bir insanın inançlarının değişmesi kolay değil sevgilim. Beni anlamaya çalış. Olympos’ta Tanrıların eğlencesini görmeliyim; Tanrıları görmeliyim.”

Julas Helena’yı ve küçük oğlu Julius’u bırakmak istemiyordu ama Olympos’a gidip Tanrıları görmeyi her şeyden çok istiyordu. “Bu hayatımda aldığım en önemli karar” diye düşündü Julas. Daha önce hiç önemli kararlar almaya fırsatı olmamıştı. Kendisi ile aldığı en önemli karar evlilikti. Hayatını böylesine değiştirebilecek bir karar verebileceği hiç aklına gelmezdi.

-“Seni seviyorum” diyerek boynuna sarıldı Helena. Gözyaşları Julas’ın omuzlarını ıslatıyordu. “Seni bu karardan döndürmek için her şeyi yapardım ama dönmeyeceğini biliyorum.” dedi Helena gözyaşları arasından.

-“Bende seni seviyorum Helena” dedi Julas. “Kısa zamanda dönücem. Sen ve Julius için dönücem.”

Ertesi gün erkenden Julas yiyecek ve az miktarda parayla yola çıktı. 2 haftalık bir yolculuktan sonra Assus’a (Asos) varan Julas orada bir tekne sahibiyle anlaştı. Olympos Dağı yakınındaki Deium şehrine ticaret amacıyla gidiyordu bu gemi. Bu tam Julas’ın aradığı şeydi. Uygun bir ücret karşılığında Julas gemiye bindi. 3 hafta içinde Assus’tan Deium şehrine gelmişti. Olympos Dağı’nın yamaçlarında olan gelişmiş bir ticaret kentiydi burası. Limanın hemen güneyinde heybetli görüntüsüyle Olympos Dağı yükseliyordu.

Birkaç hazırlık yaptıktan sonra Olympos Dağı’na tırmanmaya başladı Julas. Tırmanışının ilk günü her şey güzeldi, fakat ikinci gün fırtınalar kendini göstermeye başladı. Yerden oldukça yüksekteydi, fakat bu fırtınalar normal değildi. Ancak Julas devam etmekte kararlıydı. İkinci gün sonunda zirveye yaklaşmıştı, fakat yorgunluk galip geldi ve Julas ikinci günün gecesini bir kaya üzerinde uyuyarak geçirdi.

Üçüncü gün sabah erkenden uyanan Julas, yoluna devam etti. Bir süre daha tırmandıktan sonra etrafını bulutlar sarmaya başladı. Fakat artık o sert fırtına dinmişti. Bulutlardan çıktığında karşısında bu zamana kadar gördüğü en güzel görüntü vardı.

Gözleri kamaştıracak derecede parlak beyaz taşlardan yapılmış kocaman bir saray vardı Julas’ın karşısında. Etrafta serinletici çok hafif bir rüzgar ve temiz, saf ve hoş kokulu bir hava vardı. Burada gördüğü kadar güzel bahçeleri hiçbir yerde görmemişti.

Şaşkınlığını yendikten sonra kahkaha ve gülüşmelerin geldiği en tepedeki en görkemli saraya doğru ilerledi. Gördüğü şeyler Julas’ın içini büyük bir huzurla doldurmuştu.

Olympos’un Tanrıları buradaydı. Altın yaldızlı bir tahta oturmuş Ulu Tanrı Zeus ve onun sağ tarafında güzelliğiyle göz kamaştıran karısı Hera vardı. Başında bir savaş miğferi ve elinde bir mızrakla duran Zeka Tanrıçası Athena, baştan aşağı silah ve zırhla kuşanmış kaslı ve iri vücutlu Savaş Tanrısı Ares, Hera’yı kıskandıran güzelliğiyle Aşk ve Güzellik Tanrıçası Afrodit, Aile ve Ocak Tanrıçası Hestia, Tanrıların Habercisi Hermes, sırtında bir sadak ve yanında bir köpek Avcıların ve Gecenin Tanrıçası Artemis, uzun bukleli saç ve sakalıyla elinde üç çatallı bir sopa tutan Denizler Tanrısı Poseidon, hayatının üçte ikisini Olympos’ta, üçte birini kocası Hades’in yanında Tartaros’ta geçiren Toprak Tanrıçası Demeter, elinde bir lir ile güzel ezgiler yaratan Güneş ve Güzel Sanatlar Tanrısı Apollon. O gün hepsi Olympos’taki eğlenceye katılmışlardı. Nektar içerek ve Tanrılara özgü bir yiyecek olan Ambrosia yiyerek güzel vakit geçiriyorlardı. İlham Perileri Musa’lar güzel sesleriyle şarkılarını söylerken Letafet Perileri Kharites’ler bu güzel şarkılara danslarıyla eşlik ediyorlardı. Arkadan gelen gürültü Julas’ın aklını bu güzelliklerden uzaklaştırdı.

Arkasından topal bacağıyla zar zor ilerleyen Tanrıların en çirkini Ateş ve Sanayi Tanrısı Hephaistos vardı. Hephaistos Julas’ı görmüştü ve onu iri elleriyle kavrayıp Tanrıların sarayında yere attı. Kendisinden kat kat uzun olan Tanrıların arasında kendini bir böcek gibi hissetti Julas.

Tanrılar ona kızgınlıkla bakmaya başladılar. Danslar ve şarkılar kesildi. Julas, açıklama yapmak için ağzını açtı ve “Ulu Tanrılar” deyip dizleri üzerine çöktü. Bunun üzerine gururlanan Tanrıların yüzleri biraz olsun yumuşadı.

-“Ne işin var burada ölümlü!” diye gürledi Ulu Tanrı Zeus.

Savaş Tanrısı Ares, “Onu öldürelim ki konuşamasın” diye olaya atıldı. Fakat Zeka Tanrıçası Athena Ares’i durdurdu ve “Bırakın da konuşsun.” dedi.

Julas başından geçenleri baştan sona anlattı. Olayları anlattıktan sonra Artemis onu tanımıştı. Bu zavallı o gece yardım ettiği kaybolmuş çobandı. Julas Tanrılara onu bırakmaları için yalvardı. Tanrılar hikayenin en başında Julas onlara inanmadığı için kızmışlardı, fakat şimdi Julas’ın onlara inandığı bilmeleri onları mutlu etti. Julas Tanrılara ailesinden, Helena’dan ve küçük Julius’tan bahsetti. Aile Tanrıçası Hestia onu serbest bırakmalarını istedi. Toprak Tanrıçası Demeter kendi kendine “Eğer kocam Hades burada olsaydı şu anda zavallı ölümlü yaşıyor olmazdı.” diye mırıldandı.

Savaş Tanrısı Ares eğlencenin bölünmesinden dolayı hala Julas’a kızgındı. Fakat Ulu Tanrı Zeus’un sözleri Ares’i bu düşüncelerden uzaklaştırdı. Zeus “Onu serbest bırakalım ki varlığımızı ve kudretimizi tüm ölümlülere anlatsın.” diye buyurdu. Bu duruma kimse itiraz etmedi.

Herkes bu kararı onayladı, Artemis saraya güzel bir pegasus çağırdı ve kulağına bir şeyler fısıldadı.

-“Gidebilirsin çoban Julas” dedi Hermes “ve bizim varlığımızı ve kudretimizi tüm inanmayanlara, gücümüzü ve bağışlayıcılığımızı da tüm canlılara anlat.”

Julas beyaz kanatlı ata bindi. Pegasus Olympos’tan aşağı süzülürken Julas’ın bakışları hala saraydaydı. Müzik ve kahkaha sesleri yeniden yükselmeye başlamıştı. Kısa bir süre sonra Julas evinin yakınında bir yere vardı. Pegasus’un üzerinden indi ve kanatlı at birden havaya yükselerek yok oldu. Julas şaşkın bir şekilde evine girdi. Kapıda Helena ve küçük Julius’u görünce gözyaşlarına boğuldu. İkisini de kolları arasına aldı ve dakikalarca öyle kaldılar.

Tüm hikayeyi anlattı ve karşılaştığı tüm insanlara da Tanrıların varlığını anlattı.

Julas uzun, mutlu bir hayat yaşadı. Olympos’ta Yer altı ve Ölüm Tanrısı Hades’i görmeyi hep isteyen Julas, 93 yıllık yaşamından sonra uzun, siyah sakallı Tanrıyı da görmeyi başarmıştı.
HarryPotter
HarryPotter
Admin
Admin

Erkek
Mesaj Sayısı : 649
Yaş : 30
Kayıt tarihi : 04/09/07

Özelliklerim
Ruh Halim: Süper Süper
Forum Katılım %si:
Yunan Mitolojisi ve Tanrılar Left_bar_bleue1000/1000Yunan Mitolojisi ve Tanrılar Empty_bar_bleue  (1000/1000)

http://hptr.realbb.net

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz